tag:blogger.com,1999:blog-83535263567234780992024-03-08T16:12:53.906+03:00.:.Aurea Mediocritas.:.Unknownnoreply@blogger.comBlogger10125tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-21956918735232473962008-08-30T02:39:00.003+03:002008-08-30T02:40:33.693+03:00GÜLÜŞ: KOMİK'İN ANLAMI ÜZERİNE DENEME (HENRI BERGSON)<div style="text-align: center;"><span style="font-weight: bold;">ÖNSÖZ </span><span style="font-size:78%;">(1)</span><span style="font-weight: bold;"><span style="font-size:78%;"><br /></span></span><div style="text-align: justify;"><br />Bu kitap, daha önce <span style="font-style: italic;">Revue de Paris<span style="font-size:78%;"> </span></span><span style="font-size:78%;">(2) </span>içinde yayınlanmış olan Gülüş (veya daha ziyade özellikle Komik etkisiyle oluşan Gülüş) üzerine üç makaleden oluşmaktadır. Bunları tek bir ciltte bir araya getirdiğimizde, kendimize bizden öncekilerin konu hakkındaki düşüncelerini derinlemesine inceleyip, Gülüş teorisi üzerine kurallı bir kritik oluşturmalı mıyız diye sorduk. Bize öyle geldi ki bu durumda çalışmamız ölçüye gelmez şekilde karmaşıklaşacak ve konunun önemi de göz önünde tutulduğunda orantısız büyüklükte bir cilt ortaya çıkacaktı. Nitekim anlaşıldığına göre Komik'in temel tanımları açık veya üstü kapalı şekilde, her halükârda kısaca, her seferinde içlerinden birini düşündürecek örneklerle ilgili olarak tarafımızdan tartışılmıştır. Dolayısıyla burada kendimizi bu makaleleri yayınlamakla sınırladık. Yalnızca, geride bıraktığımız otuz yıl içinde Komik ile ilgili olarak yayınlanmış eserlerin bir listesini sona ekledik.<br />O zamandan beri başka çalışmalar da basıldı. Bizim sonda eklediğimiz liste daha da uzadı. Ancak kitabın kendisinde herhangi bir değişikliğe gitmedik<span style="font-size:78%;">(3)</span>. Elbette ki bu birçok çalışma Gülüş sorunsalının bir noktasından başkasını aydınlatmadılar. Ancak, Komik'in <span style="font-style: italic;">üretim sürecini </span>belirlemeye dayanan bizim yöntemimiz, genel olarak takip edileni budamış ve Komik etkileri çok geniş ve çok basit bir formüle bağlamayı amaçlamıştır. Bu iki yöntem birbirini karşılıklı olarak dışlamamaktadırlar; ancak ikincisinin verebilecekleri, birincisinin sonuçlarına zarar vermeyecektir; ve bizim fikrimizce bu bir bilimsel kesinlik ve katiyet getirmektedir. İşte okuyucunun dikkatini bu baskının eklentisine çekmek istediğimiz nokta da budur.<br /><br /><div style="text-align: center;"><span style="font-style: italic;">BİRİNCİ BÖLÜM</span><br />GENEL OLARAK KOMİK<br />FORMLARIN VE HAREKETLERİN KOMİKLİĞİ<br />KOMİK'İN ÇIKIŞ KAYNAĞI<br /><div style="text-align: justify;"><br />Gülüş ne anlama gelir? Gülünebilir olanın temelinde ne vardır? Bir palyaçonun surat ifadesinde, bir kelime oyununda, herhangi bir vodvilde, iyi bir komedi sahnesinde ortak olan ne bulunabilir? Bunca farklı ürünün bize ödünç verdiği ve her zaman aynı olan o özün damıtılması ile ortaya ne çıkar; soyut bir fena koku mu yoksa hoş bir ıtır mı? Aristo'dan bu yana büyük düşünürler, zahmetsizce ortadan kayboluveren, kayıp gidiveren, kaçıp saklanan, şekil değiştiren ve felsefi akıl yürütmeye sürekli bir meydan okuma olan bu küçük sorunu ele almışlardır.<br />Bizim bu sorunu ele alma mazeretimiz, Komik düşüncesinin tek bir tanıma mahkum kalmamasını sağlamaktır. Biz onda, herşeyden önce canlı bir şey görüyoruz. Biz onu, ne kadar hafif olursa olsun, yaşama borçlu olduğumuz bir saygıyla inceliyoruz. Kendimizi onun büyümesini ve yayılmasını görmeye kısıtlıyoruz. Şekilden şekilde, hissedilmeyecek değişimlerle, en istisnaî başkalaşımları tamamlayacaktır. Göreceklerimizin hiçbirini küçük görerek karşılamayacağız. Belki de böylelikle kurulacak bağlantı sayesinde, teorik bir tanımdan daha esnek, yumuşak bir şeye ulaşacağız -uzun bir dostluktan doğmuşolana benzer pratik ve samimi bir kavrayış. Ve belki de bu yapmakta olduğumuzla, istemeden de olsa, yararlı bir bilgi elde edeceğiz. En büyük uyumsuzluklarında bile kendi içerisinde makul, şapşallığında bile metodik, belirtmeliyim ki hayale dayalı, ancak bu hayalde bile tüm bir toplumca kabul görmüş ve anlaşılmış görüngüler içeren Komik fantazi nasıl olur da bizi insanın hayal gücünün ve daha özelde toplumsal, kolektif ve kamusal hayal gücünün çalışma ilkeleri hakkında bilgilendirmez? Gerçek hayattan alıntılanmış, sanatta görselleştirilmiş olduğu halde, nasıl olur da biz onun sanat ve gerçek hakkındaki sözlerini dile getirmeyiz?<br />Başlangıç olarak, esas olarak nitelendirdiğimiz üç gözlemin sunumunu yapacağız. Bunlar, Komik'in kendisinden ziyade onun yeri ve nerede bulunabileceği hakkında bize bilgi vermektedirler.<br /><br /><div style="text-align: center;">I<br /><div style="text-align: justify;"><br />Dikkat çekmek istediğimiz ilk nokta şudur: Yalnızca <span style="font-style: italic;">insana</span> mahsus olanın dışında bir Komik söz konusu değildir. Bir manzara güzel olabilir, lütufkâr olabilir, yüce, önemsiz veya çirkin olabilir; ancak hiçbir zaman çirkin olmayacaktır. Bir hayvana güleriz çünkü onda bir insan davranışı veya insana ait bir ifade görerek şaşırmışızdır. Bir şapkaya güleriz, ancak güldüğümüz bir fötr parçası veya bir yırtık değildir; insanların ona vermiş oldukları şekil, o kalıbı almasında rol oynayan insanın keyfî davranışıdır. Basitliğinde bile bunca önemli olan bir olgu nasıl olmuştur da filozofların ilgisini daha fazla çekmeyi becerememiştir? Birçoğu insanı "gülmesini bilen hayvan" olarak nitelemişlerdir. Hatta mesela, insan "güldürebilen hayvandır" da diyebilirlerdi, çünkü eğer bir hayvan veya cansız bir nesne de bunu yapabiliyorsa, bu insana benzerliği nedeniyle, insanın onun üzerine iliştirdiği bir etiket nedeniyle veya insanın bundan yararlanma şekli nedeniyledir.<br /></div><div style="text-align: justify;"><br />Şimdi, üzerinde durmaya daha az layık olmayan bir belirtiye, Gülüş'e doğallıkla eşlik eden <span style="font-style: italic;">anlamsızlığa </span> değinelim. Bize öyle gelmektedir ki, Gülüş, üzerimizdeki etkisini, ancak sakin ve tümel bir ruhun yüzeyi üzerine düştüğü zaman yaratabilir. Gülüş'ün duygu kadar büyük bir düşmanı daha yoktur. Hayır, bizde acıma hatta şefkat duygusu uyandıran bir kişiye gülemeyiz demek istemiyorum: Dolayısıyla, yalnızca bu şefkati unutmak, acıma duygusunu susturmak gerekir. Tamamen akıldan oluşan bir toplum olasılıkla ağlamayacak ancak gülmeye devam edecekti; insan ruhu, yaşamdaki uyumluluğa uygun olarak istisnasız hassas olduğundan, duygusal bir titreşimi derinleştirecek hiçbir olay gülmeyi ne tanıyor ne de anlıyor olacaktı. Bir anlığına, söylenen ve yapılan şeylerin bütünüyle ilgilenmeye çalışın ve yapılan şeyi birlikte yaptığınızı, duyumsanan şeyi birlikte sizin de duyumsadığınızı farz edin ve sempatinizi bunun daha yüce olan neşesine verin: tıpkı sihirli bir değnek değimişçesine en hafif nesnelerin ağırlık kazandıklarını, herşeyin farklı bir renk aldığını göreceksiniz. Şimdi de kendinizi koparmayı deneyin, lakayıt bir izleyicinin yaşamını ödünç alın. Bir dans salonunda kulağımızı müziğin tınısına vermek bile yeterli olacaktır, çünkü büten dansçılar bize gülünç görünecektir. Böylesi bir teste tâbi tutulduklarında kaç insan davranışı dayanabilecektir? Müziği, kendisine eşlik eden duygudan soyutladığımızda, birden bire, insan davranışlarının büyük çoğunluğunun ciddiden gülünce döndüklerini görmeyecek miyiz? Dolayısıyla ve nihayet Komik, etkisini üretebilmek amacıyla, kalbin bir anlık anestezisi gibi bir şeye ihtiyaç duyar. O, saf akla hitap etmektedir.<br /><br />Şu kadar var ki, bu akıl diğer akıllarla bağlantı halinde olmalıdır. İşte, dikkatleri üzerine çekmek istediğimiz üçüncü olgu da budur. Eğer kendimizi yalıtmazsak Komik'in tadını çıkaramayız. Sanki Gülüş bir yankı arıyor gibidir. Burası önemli: bu, ayrıksanmış, net ve kesin bir tını değildir; yakından yakına kendini tekrar ederek ömrünü uzatmayı arzulayan, tıpkı dağlardaki yıldırımlar gibi bir patlayışla başlayıp yuvarlanmalarla sürüp giden bir şeydir.<br /><br /></div></div></div></div><span style="font-size:78%;">(1) Buraya yirmi üçüncü baskının önsözünü alıntılıyoruz.<br /></span><span style="font-size:78%;">(2) <span style="font-style: italic;">Revue de Paris </span>1-15 Şubat, 1 Mart 1899.<br /></span><span style="font-size:78%;">(3) Ancak form üzerinde bazı rötuşlar yaptık.</span><br /><br /></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-18396664283074682292008-08-29T15:01:00.004+03:002008-08-30T00:46:40.540+03:00Uzun isim, kısa ömür.<div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="line-height: 28px;font-family:'-webkit-sans-serif';" ><span class="Apple-style-span" style="font-size:x-large;">Pneumonoultramicroscopicsilicovolcanokoniosis</span></span><span class="Apple-style-span" style="line-height: 28px;font-family:-webkit-sans-serif;font-size:24;" > </span>hani bizdeki Kahramanmaraşlılaştıramadıklarımızdan mısınız'a benzer bir nama sahip; İngilizce'deki en uzun sözcük. Zaman içerisinde son derece küçük silikon partiküllerinin soluma yoluyla akciğerimize girmeleri ve oraya yerleşmeleri sonunda ortaya çıkıyor. Silikonun ne olduğunu az çok hepimiz biliyoruz: Ya onu ekranlarda yapış yapış tiksinçlikte görüyor, ya da penceremizi kapımızı kırılan eşyalarımızı tutturmak için, genellikle soğukken kullanıyoruz. Ama silikon, bunlardan daha önemlisi silisyum elementinin bir bileşimidir ve camın hammaddesi olan silikat, bildiğimiz deniz kumudur. Deniz kumu inceldikçe, üzerinde güneşlenmek istediğimiz kumsalın "kalitesi" artar. Biraz daha incelince, yani "ipincekum" haline gelince, "ölüm" de uzadıkça uzar ve dönüşebileceği en uzun kelimeye dönüşür: Pneumonoultramicroscopicsilicovolcanokoniosis!</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Aslında sorun uzun yaşayıp yaşamamak da değil. Sorun benim bir dakika uzun yaşayabilmem için senin kaç dakika erken ölmen gerektiği. Sorun sadece parayı veya konforu değil, ömrü de nasıl paylaşacağımız sorunu. Taşlanmış kot giydiğimiz müddetçe, artık kesin olarak biliyoruz ki, birilerini biraz daha genç öldürmüş olacağız. Bu durum artık evrimi, 'yaşamak için öldürmek gerekir' felsefesini, nefsi müdafayı geride bıraktı. Bu durum artık biraz daha rahatlık için fazladan birkaç insanın ölmesi. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Yaşadığımız her an, birilerinden gasp edilmişse eğer, tüm yaşantımız çalıntı değil de nedir?<br /><br /></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-30248996089589423562008-08-28T23:45:00.004+03:002008-08-30T02:36:45.414+03:00GÜLÜŞ: KOMİK'İN ANLAMI ÜZERİNE DENEME<div style="text-align: center;"><span style="font-weight: bold;">ÖNSÖZ </span><span style="font-size:78%;">(1)</span><span style="font-weight: bold;"><span style="font-size:78%;"><br /></span></span><div style="text-align: justify;"><br />Bu kitap, daha önce <span style="font-style: italic;">Revue de Paris<span style="font-size:78%;"> </span></span><span style="font-size:78%;">(2) </span>içinde yayınlanmış olan Gülüş (veya daha ziyade özellikle Komik etkisiyle oluşan Gülüş) üzerine üç makaleden oluşmaktadır. Bunları tek bir ciltte bir araya getirdiğimizde, kendimize bizden öncekilerin konu hakkındaki düşüncelerini derinlemesine inceleyip, Gülüş teorisi üzerine kurallı bir kritik oluşturmalı mıyız diye sorduk. Bize öyle geldi ki bu durumda çalışmamız ölçüye gelmez şekilde karmaşıklaşacak ve konunun önemi de göz önünde tutulduğunda orantısız büyüklükte bir cilt ortaya çıkacaktı. Nitekim anlaşıldığına göre Komik'in temel tanımları açık veya üstü kapalı şekilde, her halükârda kısaca, her seferinde içlerinden birini düşündürecek örneklerle ilgili olarak tarafımızdan tartışılmıştır. Dolayısıyla burada kendimizi bu makaleleri yayınlamakla sınırladık. Yalnızca, geride bıraktığımız otuz yıl içinde Komik ile ilgili olarak yayınlanmış eserlerin bir listesini sona ekledik.<br />O zamandan beri başka çalışmalar da basıldı. Bizim sonda eklediğimiz liste daha da uzadı. Ancak kitabın kendisinde herhangi bir değişikliğe gitmedik<span style="font-size:78%;">(3)</span>. Elbette ki bu birçok çalışma Gülüş sorunsalının bir noktasından başkasını aydınlatmadılar. Ancak, Komik'in <span style="font-style: italic;">üretim sürecini </span>belirlemeye dayanan bizim yöntemimiz, genel olarak takip edileni budamış ve Komik etkileri çok geniş ve çok basit bir formüle bağlamayı amaçlamıştır. Bu iki yöntem birbirini karşılıklı olarak dışlamamaktadırlar; ancak ikincisinin verebilecekleri, birincisinin sonuçlarına zarar vermeyecektir; ve bizim fikrimizce bu bir bilimsel kesinlik ve katiyet getirmektedir. İşte okuyucunun dikkatini bu baskının eklentisine çekmek istediğimiz nokta da budur.<br /><br /><div style="text-align: center;"><span style="font-style: italic;">BİRİNCİ BÖLÜM</span><br />GENEL OLARAK KOMİK<br />FORMLARIN VE HAREKETLERİN KOMİKLİĞİ<br />KOMİK'İN ÇIKIŞ KAYNAĞI<br /><div style="text-align: justify;"><br />Gülüş ne anlama gelir? Gülünebilir olanın temelinde ne vardır? Bir palyaçonun surat ifadesinde, bir kelime oyununda, herhangi bir vodvilde, iyi bir komedi sahnesinde ortak olan ne bulunabilir? Bunca farklı ürünün bize ödünç verdiği ve her zaman aynı olan o özün damıtılması ile ortaya ne çıkar; soyut bir fena koku mu yoksa hoş bir ıtır mı? Aristo'dan bu yana büyük düşünürler, zahmetsizce ortadan kayboluveren, kayıp gidiveren, kaçıp saklanan, şekil değiştiren ve felsefi akıl yürütmeye sürekli bir meydan okuma olan bu küçük sorunu ele almışlardır.<br />Bizim bu sorunu ele alma mazeretimiz, Komik düşüncesinin tek bir tanıma mahkum kalmamasını sağlamaktır. Biz onda, herşeyden önce canlı bir şey görüyoruz. Biz onu, ne kadar hafif olursa olsun, yaşama borçlu olduğumuz bir saygıyla inceliyoruz. Kendimizi onun büyümesini ve yayılmasını görmeye kısıtlıyoruz. Şekilden şekilde, hissedilmeyecek değişimlerle, en istisnaî başkalaşımları tamamlayacaktır. Göreceklerimizin hiçbirini küçük görerek karşılamayacağız. Belki de böylelikle kurulacak bağlantı sayesinde, teorik bir tanımdan daha esnek, yumuşak bir şeye ulaşacağız -uzun bir dostluktan doğmuşolana benzer pratik ve samimi bir kavrayış. Ve belki de bu yapmakta olduğumuzla, istemeden de olsa, yararlı bir bilgi elde edeceğiz. En büyük uyumsuzluklarında bile kendi içerisinde makul, şapşallığında bile metodik, belirtmeliyim ki hayale dayalı, ancak bu hayalde bile tüm bir toplumca kabul görmüş ve anlaşılmış görüngüler içeren Komik fantazi nasıl olur da bizi insanın hayal gücünün ve daha özelde toplumsal, kolektif ve kamusal hayal gücünün çalışma ilkeleri hakkında bilgilendirmez? Gerçek hayattan alıntılanmış, sanatta görselleştirilmiş olduğu halde, nasıl olur da biz onun sanat ve gerçek hakkındaki sözlerini dile getirmeyiz?<br />Başlangıç olarak, esas olarak nitelendirdiğimiz üç gözlemin sunumunu yapacağız. Bunlar, Komik'in kendisinden ziyade onun yeri ve nerede bulunabileceği hakkında bize bilgi vermektedirler.<br /><br /><div style="text-align: center;">I<br /><div style="text-align: justify;"><br />Dikkat çekmek istediğimiz ilk nokta şudur: Yalnızca <span style="font-style: italic;">insana</span> mahsus olanın dışında bir Komik söz konusu değildir. Bir manzara güzel olabilir, lütufkâr olabilir, yüce, önemsiz veya çirkin olabilir; ancak hiçbir zaman çirkin olmayacaktır. Bir hayvana güleriz çünkü onda bir insan davranışı veya insana ait bir ifade görerek şaşırmışızdır. Bir şapkaya güleriz, ancak güldüğümüz bir fötr parçası veya bir yırtık değildir; insanların ona vermiş oldukları şekil, o kalıbı almasında rol oynayan insanın keyfî davranışıdır. Basitliğinde bile bunca önemli olan bir olgu nasıl olmuştur da filozofların ilgisini daha fazla çekmeyi becerememiştir? Birçoğu insanı "gülmesini bilen hayvan" olarak nitelemişlerdir. Hatta mesela, insan "güldürebilen hayvandır" da diyebilirlerdi, çünkü eğer bir hayvan veya cansız bir nesne de bunu yapabiliyorsa, bu insana benzerliği nedeniyle, insanın onun üzerine iliştirdiği bir etiket nedeniyle veya insanın bundan yararlanma şekli nedeniyledir.<br /></div><div style="text-align: justify;"><br />Şimdi, üzerinde durmaya daha az layık olmayan bir belirtiye, Gülüş'e doğallıkla eşlik eden <span style="font-style: italic;">anlamsızlığa </span> değinelim. Bize öyle gelmektedir ki, Gülüş, üzerimizdeki etkisini, ancak sakin ve tümel bir ruhun yüzeyi üzerine düştüğü zaman yaratabilir. Gülüş'ün duygu kadar büyük bir düşmanı daha yoktur. Hayır, bizde acıma hatta şefkat duygusu uyandıran bir kişiye gülemeyiz demek istemiyorum: Dolayısıyla, yalnızca bu şefkati unutmak, acıma duygusunu susturmak gerekir. Tamamen akıldan oluşan bir toplum olasılıkla ağlamayacak ancak gülmeye devam edecekti; insan ruhu, yaşamdaki uyumluluğa uygun olarak istisnasız hassas olduğundan, duygusal bir titreşimi derinleştirecek hiçbir olay gülmeyi ne tanıyor ne de anlıyor olacaktı. Bir anlığına, söylenen ve yapılan şeylerin bütünüyle ilgilenmeye çalışın ve yapılan şeyi birlikte yaptığınızı, duyumsanan şeyi birlikte sizin de duyumsadığınızı farz edin ve sempatinizi bunun daha yüce olan neşesine verin: tıpkı sihirli bir değnek değimişçesine en hafif nesnelerin ağırlık kazandıklarını, herşeyin farklı bir renk aldığını göreceksiniz. Şimdi de kendinizi koparmayı deneyin, lakayıt bir izleyicinin yaşamını ödünç alın. Bir dans salonunda kulağımızı müziğin tınısına vermek bile yeterli olacaktır, çünkü büten dansçılar bize gülünç görünecektir. Böylesi bir teste tâbi tutulduklarında kaç insan davranışı dayanabilecektir? Müziği, kendisine eşlik eden duygudan soyutladığımızda, birden bire, insan davranışlarının büyük çoğunluğunun ciddiden gülünce döndüklerini görmeyecek miyiz? Dolayısıyla ve nihayet Komik, etkisini üretebilmek amacıyla, kalbin bir anlık anestezisi gibi bir şeye ihtiyaç duyar. O, saf akla hitap etmektedir.<br /><br />Şu kadar var ki, bu akıl diğer akıllarla bağlantı halinde olmalıdır. İşte, dikkatleri üzerine çekmek istediğimiz üçüncü olgu da budur. Eğer kendimizi yalıtmazsak Komik'in tadını çıkaramayız. Sanki Gülüş bir yankı arıyor gibidir. Burası önemli: bu, ayrıksanmış, net ve kesin bir tını değildir; yakından yakına kendini tekrar ederek ömrünü uzatmayı arzulayan, tıpkı dağlardaki yıldırımlar gibi bir patlayışla başlayıp yuvarlanmalarla sürüp giden bir şeydir.<br /></div></div></div></div><span style="font-size:78%;">(1) Buraya yirmi üçüncü baskının önsözünü alıntılıyoruz.<br /></span><span style="font-style: italic;"></span><span style="font-size:78%;">(2) <span style="font-style: italic;">Revue de Paris </span>1-15 Şubat, 1 Mart 1899.<br /></span><span style="font-size:78%;">(3) Ancak form üzerinde bazı rötuşlar yaptık.</span><br /><span style="font-weight: bold;"></span></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-41887504199713705882008-08-28T09:09:00.006+03:002008-08-28T17:03:25.714+03:00<div style="text-align: justify;">Yakınlarda, sahafta eşinirken James Joyce'un Ulysses'inin Yapı Kredi Kâzım Taşkent Yayınları'ndan çıkan ilk basılarından birine denk geldim. Ulysses uzun zamandan beri şiddetle arzuladığım bir kitaptı. Ancak maddi imkânsızlık nedeniyle de kitabı (uygun bir fiyata) bulup alamıyordum. Gerçekten de ABD'de vaktiyle müstehcenlik gerekçesiyle yasaklanmış bu kitabın en azından fiyat açısından uygunsuz bir yönü olduğu açık. <span style="font-style: italic;">Bizde de yasaklanmalı.</span> Hani Kara Kuvvetleri Komutanımız açıklama yapmış ya: "Ulusal birliğe postmodern tehdit!" (Cumhuriyet manşeti gibi oldu, çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim). İşte Ulysses de biraz ilk Postmodern edebiyat ürünlerinden (o da her neyse) olmakla namlıdır. Hem zaten dikkat buyrulursa Birinci Ulysses nereliydi? Yunanlıydı. Görülebileceği üzere ulusal bütünlüğümüze karşı büyük bir komployu gün yüzüne çıkarıyorum: James Joyce bize bir nevi aba altından sopa gösteriyor değil mi sizce de? Ama evelallah ona da bir <span style="font-weight: bold;">"Ceymi Sıçoys da akhıllı olsün üleynss"</span> diyen bulunur bu memlekette. Hayır bulunmazsa, vazife de bana düşerse, ben de bundan kaçacak adam değilim. Çıkar bağırırım; beni kimse tutamaz!</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Şimdi efendim, bendenizi esasen ilm-i siyasetten biraz mazur görünüz. Bu bahsin mağduru ve de cahiliyimdir. Ayrıca bilirsiniz ki siyaset şakadan ibarettir ve bendeniz de şakaya pek gelemem. Ciddi bir mizacım olması hasebiyle de efendim, civarda bir şaka durumu, bir <span style="font-style: italic;">comique</span> cereyan etti mi bende bir 220 Volt tesiri ihdas eder. Saçlarım dik dik olur, nefesim ciğerlerimde kilitlenir, ruhum bedenim birbirinden ayrılmak arzusuyla bir çekişme yaşanır ve aradan beni çıkarmaya çalışırlar; ben de tir tir titrerim.</div><div style="text-align: justify;"><br />Bir hususiyetimi daha arz edeyim efendim; bazen aradaki nüansı tefrik edemeden bazan büyük cümleler ederim. Takdir edersiniz bunu bir enaniyet emaresi olarak görmemek gerekir. Hangimiz zaman zaman büyük laflar etmeyiz ki; hangimizin dimağı büyük fikirlerin sancısını nadiren de olsa çekmemiştir ki! Ama benim arz ettiğim bir nebze farklı bir vaka, tam manası ile bir <span style="font-style: italic;">condition humaine </span>değil. Yukarıda okudunuz sanıyorum; 'ruhum ve bedenim beni aradan çıkarmaya çalışıyorlar' deyiverdiğim cümleyi; ben sanki ruhum ve bedenim de bambaşka bir <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">entité</span> imişimcesine değme feylesofları irşad ve tedris edebileceğim bu cümleden de belli değil mi?</div><div style="text-align: justify;"><br />Belli dedim de aklıma geldi; hemen hiçbir şey belli değildir. Herşey biraz belirsizdir. Görüyorsunuz ya bir başka büyük cümle daha ettim zira zaptedemiyorum efendim. Misal Latince'de bir <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Casus Belli</span> vardır. Yukarıda da temas ettiğim gibi ilm-i siyaset benim için mürekkepten kara bir derya olduğundan yüzeyin milim altında boğulur gibi olurum. Eskiden gazetelerde boy boy manşetler çıkardı; yok efendim <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Casus Belli</span>'ymiş diye. Ben de cehaletimi afişe etmemek için elimde gazete (bâhusus Cumhuriyet) kendi kendime başımı bir o yana bir bu yana sallayarak "birader madem câsus belli; niye elinden tutup götürmüyorlar veled-i zinâyı?" diye memleketin adliyesine boşu boşuna kızıp dururmuşum.<br /><br />Net şekilde hatırlıyorum; bir keresinde harçlığım geldiği gün kendi kendimle bir mücadeleye ve murakebeye girişip, 'Ulysses'i alsam mı almasam mı?' diye bir saat süren bir <span style="font-style: italic;">conflit</span> akabinde cebime otuz şu kadar lira koyup kitapçıya gitmiştim de, birden bire gözüme bir kitaba o kadar para vermek abes ve hatta absürt göründüğünden üç dört tane başka kitap alayım diye, hem ucuz hem kalantor olması hasebiyle "Şu çılgın Türkler'i" almıştım. Uzun süreden beri özellikle Posta gazetesinin magazin sayfalarından, tamamen analiz maksatlı olarak, Şu Çılgın Türkler'i zaten temaşa ediyor ve okuyordum. Meğersem o Çılgın Türkler bu Çılgın Türkler değilmiş; acaba dedim yarımada çapında bir Dr. Jekyll Mr. Hyde durumu mu yaşıyoruz; sonra anladım ki Dr. Jekyll'ı temsilen bir ben kalmışım memlekette. Dedim tek normal bensem, herkes anormalse, bu başaşağı dönmüş bir çan eğrisi olur; o da testiye küpe benzer; hani vaktiyle herkes sudan delirince kendisi de delirten sudan içip normale dönen Çinli kral gibi ben de vurdum küpün dibine; böylece, dedim, biraz normalleşirim belki.</div><div style="text-align: justify;"><br /><div style="text-align: justify;">Nerde efendim nerde? Bir gözümü açtım ki sahhaftayım; elimde Ulysses'in neftî yeşil kapaklı bir tab'ı var, kendimi tutamamış Bayram Abi'ye fiyat sormuşum, heyecanla bekliyorum. Bayram Abi diğer sahhaflara benzemez; kitaptan anlar. Bazı sahaf gibi yağsız kıyma veriyormuşçasına alıp tartıp gramajına göre kitap fiyatı vermez. Ama bu durum aleyhime görünüyordu, zira Ulysses hem edebi teraziye göre hem de el ayarına göre bana pahalıya patlayacak gibi görünüyordu. Durumu biraz eşitlemek için kitabın belli belirsiz lekelenmiş arka yüzünü Bayram Abi'nin görüş açısına uygun bir pozisyonda tutuyor, hatta sevgilinin simasına ayna tutar gibi, kitabın altındaki kahve lekesini Bayram Abi'nin bakış açısına denk getirmeye çalışıyordum. Sonra birden "Başka kitap alacak mısın?" diye sordu. Şimdi top bendeydi. Şunu söylememe müsaade ediniz: Bir alışverişte devamlı Derridean bir "Binary oppositions" durumu söz konusudur. Foucault'nun da bahsettiği güç ilişkisinin, bırak sosyeteyi, daha iki kişi arasında cereyan etmeye başladığı haldir bu <span style="font-style: italic;">binary opposition. </span>Türkçesi, iki horoz bir çöplükte ötmez. Bayram Abi topu bana atınca, ben de üzerimde maç spikerlerinin hani kötü oynayan takım için kullandıkları "bitse de gitsem" hissiyatına büründüm. Biraz küskün bir mizacım da olduğundan, hem kolay alınır hem de çabuk vazgeçerim. Bu yazıyı bile nasıl sürdürdüğümü henüz idrak edebilmiş değilim. Arkamı döndüm, bütün küskünlüğümü de sırtlandım, kitabı yerine bırakacağım anda bir de ne göreyim:</div><div style="text-align: center;"><br /></div><div style="text-align: center;"><img src="http://1.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/SLaA6CuUT2I/AAAAAAAAAUc/yOg_q92jJVc/s320/Le_Rire.jpg" /><br /></div></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Evet efendim! "GÜLÜŞ: Komik'in Anlamı Üzerine Deneme" adıyla tercüme edebileceğimiz bu kitabı gördüm. Görür görmez de <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">choqué</span> oldum. Bendeniz bir nebze Sultani Fransızcası bilirim. Ama elbet Sultani Fransızcası dediğiniz Macar resepsiyonistlerin Fransızcası'ndan bir nebze hallicedir. O sebeple kendime sordum: "Acaba yanlış mı anladım?" diye. Hayır efendim, bundan başka mana çıkmaz diye de ikna oldum hemen. Zira çok kolay ikna olurum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Yukarıda siyaset bir şakadan ibarettir demiştim; lakin insanlar bu şakanın peşinden koşturup giderler, kimse de "gülmek" ve "Komik" ne kadar ciddi ve önemi meselelerdir diye düşünmez. Bense düşünür dururdum kimi zamandır. Zira yukarıda size bahsettiğim, canımı bedenimden koparacak olan 220 Volt tesiri, siyaset komedisinin bakiyesi işte bu 'gülmek' olayıdır. Ben komik gördüm mü dayanamam efendim gülerim... Meselenin ne derece paradoksal olduğunu kavratabildim mi efendim? Bir şey ciddi olduğu zaman gülünçleşir; ancak gülünçleştikçe de ciddiyetten uzaktır; ancak gülmeye başladığınız an ciddiyet geri gelir; gülmek çok ciddi bir eylemdir zira. Sonuç itibariyle ciltler şerhedilesi bir eylemdir. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Tam Ulysses'i bir rafa bırakacakken karşıma bu kitabın çıkması bana, ne yalan söyleyeyim, bir işaret gibi geldi. Bir hususiyetim de şudur ki, zaman zaman bana işaretler, alametler gelir. Bunu da ne zaman idrak ettiğimi arz edeyim efendim: Bir vakit Şehzadebaşı'nda yolda yürüyorken eski bir ahbabımızla mülâki olduk. Bendeniz kendisinden pek hazzetmediğimden şöyle bir fötrümün ucuna dokunup geçeyim dedim ama bir baktım ki adam, hani olur ya, göz açıp kapayıncaya kadarlık bir lahzada göğsünü bulunduğum istikamete çevirip vaz geçmesine kalmadan ben kendimi yola atıverdiğimden, sağ cenaha işaret vermiş Şehzadebaşı Camii'ne doğru dönmekte olan bir Chevrolet beni, lahmacuncunun hamurla oynaması gibi evirip çevirip fırlattı; kendimi kısa yoldan karşı tarafta buldum. Hayır efendim, yanlış anlamayın, yolun karşı tarafında demek istedim. İşte o gün bu gündür bana gelen işaretleri okumayı bir borç bildim kendime.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bu tahatturun etkisiyle olduğum yerde bir irkildim ki, elimden Joyce'un kalantor kitabı yere düşmüş. Tutayım diye bir anda eğildim ama ne var ki, hem koca kitabın ayağıma düşüp acıtmasına engel olamadım; hem bir lahzalık refleksle eğilirken -af buyrun- kabamı ardımdaki duvara çarpıp öne doğru sektim, burnumun üzeri kitaplık rafına sıyrılıp, derisi -göstermek olmasın- şöyle bir kalktı. Şimdi burada da bir Komik söz konusudur; ama ancak dışarıdan bakana. Ben olayı bizzat tecrübe eden şahs-ı maddi olarak can yanmasıyla birlikte biraz utanç hissettim ilk başta; akabinde kaçınılmaz olarak yukarıda bahsettiğim titremeye tutuldum ki, tekrar ciddiyetime vasıl olabileyim. Gel de bana işaretler geldiğine inanma! Bu kitabı da almam için bu bir işaret oldu elbet. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bir vakitler perestişkeranı olduğumuz şişmanca bir hocamız bize şöyle bir kriter vermişti: Eğer ayağınıza düştüğünde bir kitap acıtıyorsa, o zaman iyi bir kitaptır; ama unutmayın, serbest düşerken ufkî tarak kemiğine doğru bir <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">tendance </span>hayra alamet değildir. O gün bu gündür, kitap okurken bu kritere riayet etmeye gayret ederim. Gel gör ki, bir kez bu kuralı denemeyi ihmal ettiğimde, Şu Çılgın Türkler kitabını okuyor buldum kendimi. Zira bu kitap ayağa düşerse elbet acıtacaktır diye düşünmüştüm alırken ancak okurken bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu sezdim ve defalarca ayağıma düşürdüm güzelim kitabı; bir türlü olmuyordu, ayağım acımıyordu ve serbest düşüş esnasında tarak kemiğine doğru ufkî bir eğilim vardı. Hocam haklıydı! Oturup saatlerce hüngür hüngür ağladım ama bu bana bir şey öğretti. Kitabın sağ ayağa düşerken sol ayağa doğru, sol ayağa düşerken sağ ayağa doğru temeyyülü kitabın yalnızca kötü değil aynı zamanda tehlikeli bir kitap olduğunu da gösteriyordu. Bilim böyledir işte; gözyaşlarıyla sulanan bir ağaca benzer. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Burnumdaki acı, yüreğimdeki utanma ve muhataramdaki bu güzel anıyla kendimi Paracelsus gibi hissettim; kulaklarımda çınlayan dramatik bir müziğin (sanırım Kasap havasıydı) etkisiyle dimağımda ağır çekimle sağa doğru döndüm ve elimde bu iki kitapla kararlı bir şekilde Sahhaf Bayram Ağabey'e doğru dikkatli adımlarla yürümeye başladım. Heyhat efendim! Nasıl yürümeyeyim kalantor kitabı yere düşürmüştüm. Kitabın arasından da kimbilir kime ait notlar yazılı kâğıtlar yerlere saçıldığından zaten rüsvay olmuştum ve o kitabı artık almak zorundaydım. Kendimi, çirkin bir genç kızı bir anlık hatayla iğfal etmiş ve almaya mecbur kalmış gururlu köylü genci gibi görüyordum. Bayram Ağabey'e yaklaştıkça da daha bir kararlı daha bir gururlu oluyordum sanki. Bayram Ağabey ise monoklünün de etkisiyle bir kaşı çatık diğer gözünde rikkat bana bakıyordu. Kitapları uzattım: 'Borcumuz nedir?' diye göz kırpmadan ve bilâtereddüt sordum. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bayram Ağabey elini uzattı; bir an şaşırıp bu şanlı sahneyi lekeledikten sonra kitapları ona doğru uzattım. Kitapların başlıklarına baktı, sanırım Fransızca bilmediğinden o kitabı eliyle şöyle bir tarttı, gözlerimin içine bakarak "On lira" deyiverdi. Kararlılığın ve delişmenliğin karşılığı işte böylesine tatlıdır. Bir gün önce Haydarpaşa işletmesinden mesai arkadaşım olan Ömer Faruk'tan ödünç aldığım elli liranın on lirasını sevinçle uzattım, Bayram Ağabey'e. Ama bu sırada içimden de bir his, bir samyeli gibi geçip ciğerimi de okşamadı değil. Kendi kendime bir adak adadım ve dedim ki, eğer gücüm yeter de bu kitapları ucuza kapatabilirsem, enternet'te bu kitabı peyderpey Türkçe'ye çeviririm, yayınlarım. Bendeniz de dâhil toplam bir buçuk kişiden ibaret okuyucularım da müstefid olurlar. Sahhaftan çıktığımda gökyüzü daha bir mavi, asfalt daha bir sıcak, dünya daha bir, nasıl desem, yuvarlaktı sanki...</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Gayret bizden... </div>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-49272677228221438242008-08-25T14:25:00.007+03:002008-08-25T16:51:32.114+03:00<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/SLKXm16yg-I/AAAAAAAAAQ0/T0X5pCaxfgc/s1600-h/Re%C5%9Fat+Nuri+Gizli+El.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;" src="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/SLKXm16yg-I/AAAAAAAAAQ0/T0X5pCaxfgc/s320/Re%C5%9Fat+Nuri+Gizli+El.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5238416010149790690" /></a><br /><span class="Apple-style-span" style="font-weight: bold;">Gizli El veya Kudret Paradoksu</span><br />Reşat Nuri Güntekin<br /><br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;"><span class="Apple-style-span" style="font-weight: bold;">Başlıca Karakterler:</span></span><br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Şeref</span> (hukuk mezunu, Gemlik'te alelade bir memur)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Seniha </span>(sonradan Şeref'in mutlu bir tesadüf sonucu evleneceği, özel ders verdiği genç kız)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Adnan</span> (Seniha'nın kardeşi, Şeref'in ders verdiği Galatasaray öğrencisi)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Doktor </span>(Şeref'in Gemlik'teki arkadaşı; yaşça kendisinden çok büyük; onu Aziz Paşa'yla tanıştırıyor)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Aziz Paşa</span> (Seniha ve Adnan'ın babaları, eski bir bürokrat, kumara ve hovardalığa düşkün)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Murat Bey</span> (Aziz Paşa'nın arkadaşı, harp sırasında bir para-organisation yönetiyor, biraz karanlık)<br /><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Hüseyin </span>(Aziz Paşa'nın şoförü)<br /><br /><div style="text-align: justify;">Yakın zamanda, Elizabeth ve Victoria dönemleriyle ilgili birkaç film izlemiş olduğumu fark ettim: Shakespeare in Love ve elbette Elizabeth, Barry Lyndon, Becoming Jane vs. Bu filmlerin hemen hepsinde İngiltere'nin yakın ve uzak geçmişine dair ne de çok şeyi (farkında olarak veya olmadan) öğrendiğimi fark edince de şaşırdım. Elizabeth döneminde insanların dişlerini bizim misvakımıza benzer bir şeyle temizlediklerini örneğin. Gerek gündelik hayata, gerek şehirli veya kırsal nüfusun yaşam tarzlarıyla ilgili bunca bilginin nereden geldiğini bu konuyla ilgili uzmanların da bir çırpıda sayıp döküverdiklerini de şurada burada görüyoruz: Yazılı edebiyat, veya daha doğrusu yazı yazma geleneği. Özellikle bir zamanlar yazı yazmanın bir lüks olduğunu, Marx'ın da damadı olan Lafargue'ın deyimiyle 'aylaklık hakkı' veya daha önce kullanılıp kullanılmadığını bilmediğim artık zaman gerektiren bir uğraş olduğunu teslim etmek gerek. History of English Literature kitabında mesela Anthony Burgess'ın bir başlık da ayırmış olduğu (ve daha sonra bir ara değinmeyi planladığım) Jane Austen hakkında söylediği ilginç bir şey var mesela:<br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">In (Jane Austen's) novels she attempts no more than to show a small corner of English society as it was in her day -the sedate little world of the moderately well-to-do country families.<br /></div><div style="text-align: justify;">(Jane Austen'ın romanları İngiliz toplumunun bir köşesini -nispeten iyi durumdaki taşralı ailelerin dingin ve küçük dünyasını- kendi zamanında oldukları şekliyle göstermekten fazlasına girişmez.)<br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">İngiliz toplumunun sınıflardan oluştuğunu ve zengin+soylu evlilikleri formülüyle üst sınıfların en belirleyici toplumsal gruplar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir yana, bu formülde eşitliğin diğer yanında finansal özgürlük ve dolayısıyla boş zaman, bunun sonucu olarak da yazı yazmak bulunuyor. Farklı şekillerde de olsa bu durum, Fransız toplumunda da geçerlidir (Balzac'ın 'de' önekini almak için çırpındığını unutmayalım). Yazı yazmanın bir süre sonra bir diğer boş zaman mesleği ile birlikte, daha sonra da akademisyenlik ve öğretmenlikle omuz omuza yürüdüğünü, daha sonra zarif bir dirsek temasından ibaret kaldığını, sonunda da bir meslek olarak kendi bağımsızlığını (veya yayın evine bağımlılığını) ilan ettiğini öne sürmek herhalde yanlış olmaz.<br /></div><div style="text-align: center;"><br /></div><div style="text-align: center;"><img src="http://3.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/SLKYAJa2JpI/AAAAAAAAAQ8/zhkD5W3coYQ/s320/k%C3%B6pr%C3%BC.jpg" /><br /></div><div style="text-align: center;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Konudan daha fazla uzaklaşmadan şu kadarını söylemeli belki de; bizim eksikliğimizin yazı yazma geleneğinden ziyade okuma geleneğinden yoksunluk olması bana bir nebze daha yakın geliyor. Dünü hatırlamak için en azından dün yazılanları, Reşat Nuri'yi, Ahmet Hamdi'yi, Refik Halit'i, Reşat Ekrem'i ve Abdülhak Şinasi'yi okumak da şöyle böyle yeterli değil midir?<br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Reşat Nuri'nin 'Gizli El' romanını okumaya başladığımda, birtakım şeylerin nasıl da değiştiğini (bazılarının nasıl olup da hep aynı kaldığını), bu toplumun eskiden nasıl yaşadığı konusunda ne denli cahil olduğumu, her yeni Türk edebiyatı klâsiği okuduğumda olduğu gibi, bir kez daha anladım. Elbette elimizde bu eserleri görselleştirecek Hollywood-vâri bir aygıtımız veya kelimenin her anlamıyla bir boyacı küpümüz yok; olanının ise bu şaheserleri suyunu çıkarıncaya, usaresini kurutuncaya ve anlamını sömürünceye kadar “çağdaş”laştırıp ekşittiğinde kuşku yok. Son dönemde alıp yürüyen ve elbette neticede 'akamete uğramaya mahkum' dizi furyası bunun bir örneği. Kimse de “Ne güzel Reşat Nuri'nin eserleri ele alınıyor, yok efendim toplumumuz klâsiklerimizle buluşuyor” diye maval okumasın; illa okuyacaksa Reşat Nuri okusun ne olur!<br /></div><br /><div style="text-align: justify;">Bendeki 'Gizli El' 4. basılış ve tarihi de 1969. Yolum bir sahafa düştüğünde (genelde düştüğü yer Üsküdar'daki Kırkambar oluyor) genellikle Türk klâsiklerinin eski baskılarını satın almaya gayret ediyorum. Böylelikle bir taşla birden fazla kuş vurma amacındayım elbet: İlk olarak, kitabın anlattığı eskilikle özdeşleşmek istiyorum; daha önce dokunulmuş, muhafaza edilmiş, okunmuş ve hatta benim gibi koklanmış bir hayaletler Pandora'sı olsun istiyorum, bir müzelik. İkinci olarak, özellikle bir yayıncının, kafasına (veya bu iş için hangi organını kullanıyorsa ona) göre sadeleştirme gayretiyle serçeye çevirdiği bir kitap okumayı hiç mi hiç istemiyorum. Üçüncü olarak, sonrakilerden farklı olarak genellikle ilk baskılarda bulunan önsözleri ve ithafları görmek arzusuyla.<br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">'Gizli El'in bendeki baskısında ilk sayfalarda Reşat Nuri Güntekin'in 'İlk Romanımın Romanı' başlığıyla yazmış olduğu ve bir nevi önsöz de denebilecek bir yazı bu romanın, daha bir işgüzar yayıncının eline düşmeden, dönemin politikacıları sayesinde (gölgesinde) nasıl da bir aşk romanına dönüştüğünü anlatıyor. Ancak yine de Reşat Nuri mesajını vermeyi bence başarıyor: Harp zenginlerinin nasıl oluştuklarını, neler yaşadıklarını, cephede oluk oluk kan siperleri götürürken kendileri Olgaların yanında ve Olgalarla birlikte nasıl da ansızın vatan aşkıyla ağlayıp sızlamaya başladıkları pathétique bir mizansen içerisinde anlatılıyor (s. 136). Bu sahneyi okurken istemeden de olsa askerliğini falanca Astsubay gazinosunda alelade bir şantör olarak yapmış falanca sanatçı müsveddesinin falanca bar köşesinde kulakları sağır eden gürültünün üstüne çıkmaya çalışan pes sesiyle falanca televizyona şu açıklamayı yaptığı traji-komik sahneyi hatırlamadan edemiyorum: “Mevzu-u bahis vatansa gerisi teferruattır” diyordu bu teferruata boğulmuş müptezel. Üstad Cemil Meriç boşuna sarf etmemiş şu cümleyi: “Slogan: İlkellerin ideolojisi!” diye. Yine de bu ikisi arasında önemli bir fark var: Birincisinde hüngür hüngür gözyaşı dökenler yine de vicdanlarının veya belki daha doğrusu o ortamda birdenbire kristalleşen bir müşterek vicdanın etkisiyle ağlarlarken, ikincisi bir kameranın ışıklarından kamaşan ve alkolden kızarmış gözlerini kırpıştırmakla yetiniyor; birinci sahnede ağır basan zaaf altında ezilmiş vicdan, ikincisinde vicdanın yerini televizyon almış zaaf ise kendinde bir kudret hezeyanına, bir kahramanlık vehmine tahvil olunmuş. <br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Burada hemen Reşat Nuri'nin ustalıkla iki ucundan çekiştirip şekil verdiği 'kudret paradoksu'na değinmeden geçmeyelim: </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">"...Fakat ürken, çekinen insanlar arasında ürkmeden, çekinmeden emir vermek zevki, sarhoşluğu! Onların size bakışlarındaki hayranlık, korku... Başkalarını bilmem, herkesi bilmem. Fakat ben buna karşı koyacak kadar kuvvetli adam değilim..." (s. 135)</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;"><br /></span></div><div style="text-align: justify;">Bu cümlede neredeyse bir felsefe yatar: Kudret sahibi olmaya karşı koyamamak zaafı; dolayısıyla kudret beraberinde zaaf taşır. Lord of the Rings'in tüm hikayesinin üzerine kurulduğu temel olgu, yüzük taşıyıcısının altında ezilip büzüldüğü yük işte budur: Kudretin paradoksu.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Başa dönelim. Doğrusu kitabın daha adını ilk duyduğumda ve daha sonra önsözü de okuduğumda bu bahsi geçen 'gizli el' acaba Adam Smith'in 'invisible hand' kavramına bir atıf olabilir mi diye düşünmüştüm. Bir günlük havasında yazılmış olan ancak zaman zaman formatını yazarın bile unutarak kendi dilinin akışkan anaforuna kendini kaptırdığını düşündüğüm sayfalar arasında ilerlerken birkaç yerde 'gizli el' kavramına denk geliyoruz (örn. ss. 116, 133, 148 vs.) ancak her seferinde bu görünmez el bir 'peri sarayının kapıları' ile birlikte görselleştiriliyor; belki burada bu gizli el, yeterince gayretkeş bir kariyer düşkününün iltimasla, rüşvetle, her türlü illégal ve <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">illégitime</span> işle </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-55088536668894034702008-03-05T16:39:00.008+02:002008-06-15T01:50:58.157+03:00Leviathan veya Homo Homini Lupus<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R87XY_6gC3I/AAAAAAAAAJU/l8d-WLo6yIM/s1600-h/HUMAN+STATUE+OF+LIBERTY.bmp"><img style="margin: 0pt 0pt 10px 10px; float: right; cursor: pointer; width: 286px; height: 397px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R87XY_6gC3I/AAAAAAAAAJU/l8d-WLo6yIM/s320/HUMAN+STATUE+OF+LIBERTY.bmp" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5174309846368914290" border="0" /></a><span style="">Paul Auster, 1947 yılında New Jersey’ bağlı Newark’ta </span><span style="">dünyaya geliyor. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ve İkinci Büyük Savaşı sona erdiren o iki nükleer bombadan iki yıl sonra. Bu anlamda, nükleer çağın neredeyse tamamını tecrübe etmiş bir yazar, dünyadaki siyasi ve toplumsal gelişmelere hiç de yabancı olmadığını, tam tersine, bu gelişmeleri yakından izlediğini okuyucuya hissettiriyor: Vietnam Savaşı, Reagan dönemi, Soğuk Savaş’ın sona erişi, Vaclav Havel’in iktidara geliş ve daha birçok uluslararası açıdan önemli olay. Ne var ki, roman özellikle bombaların ve bombaların düşündürdüklerinin etrafında olduğu kadar, tüm Amerikan ideallerini temsil eden o güzel Fransız’ın, Özgürlük Heykeli’nin de gölgesinde yürüyor. Tabi cinayet, entri</span><span style="">ka, aşk ve şehvet. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Öncelikle şunu belirtmeli, Auster’ın karakterlerinden hemen hiçbiri, normal tanımına sığabilecek karakterler gibi görünmüyor: Tuhaf takıntıları olan, yaratıcılıkta sınır tanımayan ve bunu yaşamlarını sürdürmek için bir gereklilik olarak gören, genellikle içgüdüsel davranmayı seçen, bazen de salt bu nedenle kendilerini alışılmışın dışında yöntemlerle cezalandırmaya çalışan bu karakterlerin her biri, aslında bir roman veya bir öykünün baş karakteri olabilecek kadar orijinal ve benzersizler; ne var ki bir o kadar da yaşamın içerisinden fırlamışçasına canlılar. Öyle ki kimi zaman bu karakterlerin eylemlerinin, gerçekçi bir içgüdüsellikle, yazarın hayalgücünü dahi aşıp, onu dahi şaşkınlığa sürükleyebileceklerini düşünebilirsiniz. Bu anlamda, gerçeğin sınırlarını yazdığı her yeni cümleyle biraz daha zorlayan, ancak gerçekliği hiçbir zaman aşmayan bir modern zaman Dostoyevski’si ile karşı karşıya olduğunuzu da düşündürebilir size. Bunun bir nedeni, suç ile ceza arasındaki o onulmaz ilişkiyi bir kez daha, ama farklı biçimde irdelemeye çalışması olduğu kadar, yazının ruhunda kendine yer bulan o tanımlanamaz heyecanın (veya ona eşlik eden bulantının tabi), varoluşçuluğ</span><span style="">un iki yazar arasında bir ortak payda oluşturduğu da olabilir. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Roman, yukarıda da belirtildiği gibi, birçok karakter etrafında dönüyor; öyle ki bu romanın kahramanının kim olduğunu tam olarak kestirebilseniz de (Benjamin Sachs) ikinci kişiyi asla tespit edemiyorsunuz: Zaman zaman görünüp kayboluveren figürler; tahmin edebileceğiniz en son yerde, kurguya en ufak bir gölge düşürmeyecek şekilde oyuna katılmalar; ‘bu kadarı da olmaz – veya belki de olur’ dedirtecek bir hayal gücünün ürünü ilişkiler: Nitekim, Auster’ın anlatmaya çalıştığı şeyi anlamaya çalışırken, bir yazarın görevini de anlıyorsunuz: Olabileceğin sınırlarında dolaşmak; bütün bunlar karakterlerin benzersizliğinin yanısıra birbirleriyle olan ilişkilerinin yarattığı açılımların hologramları gibi bir görünüp bir kayboluyor, bir parıldayıp bir sönüyorlar sayfalar arasında. Yine de şu kadarı, bana kalırsa son derece önemli, Auster, güçlü bir karakter yaratıcısı olduğu kadar, hatta bundan daha önemlisi, güçlü bir ilişki yaratıcısıdır. Karakterlerin romanın şurasında parlayıp sönüvermeleri, sonra bir başka yerinde tekrar ışıldayıp aniden yitip gitmeleri, kurdukları ilişkilere de anlık parıldamalar şeklinde yansır ve onları ustaca şekillendirir.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Raskolnikov o tefeci kadını öldürdükten hemen sonra, Dostoyevski bu meşum cinayetin intikamını okurdan alırcasına büyük bir vicdan azabı yaşatmıştı karakterine: Neredeyse her adımda, her sözcükte, romanın neredeyse her kelimesinde saklı bu vicdan azabı ancak bir tür katharsisle, Sibirya’da kürek cezası ve İncil ile gerçekleşiyordu. Bunu tamamen Dostoyevski’nin Sibirya günleri</span><span style="">ni İncil’den başka okunabilecek hiç bir materyal olmaksızın geçirmiş olduğu gerçeğinden yola çıkarak ben eklemiş de olabilirim. Ancak sonuç değişmez, Raskolnikov’un ruhundaki yaraların merhemi kaçınılmaz olarak Ortodoks Hıristiyanlık ve tabi ki Rusluk olmuştur. Benjamin Sachs içinse, öldürdüğü Dimaggio ile kurduğu zihinsel (veya vicdani) ilişkinin, Raskolnikov’un tefeci kadınla kurduğu ilişkiden çok daha kişisel boyutlarda cereyan ettiği söylenebilir. Raskolnikov’un hesabı, aslında kendisiyle ve insanlıkla arasında bir dava doğururken, 21. yüzyılda cinayeti yeniden yorumlayan Auster, Sachs’ı, olanca idealist tutumuna (bu nedenle tıpkı David Henry Thoreau gibi hapishanede yatmaktan çekinmeyecektir) rağmen genel anlamda insanlıkla bir hesaplaşma içinde değilmiş gibi görünmektedir, her ne kadar kendisi de bir tür katharsis’e ihtiyaç duyuyorsa da. İlk etapta söz konusu arınma, Sachs’ın öldürdüğü adamın karısına, inanılmaz meblağlarda paralar ödemeyi ve onunla birlikte olarak çocuğuna bakmayı içerse de, ardından daha derin bir arayış, Sachs’ı maktulün kaderini yaşamaya mecbur ediyor. <span style=""> </span><o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Başa dönmek ve bir karşılaştırma yapmak istiyorum: Raskolnikov veya Suç ve Ceza’nın tüm karakterleri, hatta tüm Dostoyevski karakterleri, son derece tutkulu ve belki de obsesiftirler; yaratıldıkları gibi davranma konusunda son derece inatçıdırlar. Oysa bu anlamda bizi gerçeğe yakınlaştıran, yani hepimizin aslında bir şekilde takip ettiğimiz yoldan sapmalar, kı</span><span style="">rılmalar ve vaz geçişler yaşayacağımız düşüncesi, Tolstoy’dan akıp gelir bize ve Auster’da da bunu görürüz. Dostoyevski’nin karakterlerinden, herhangi bir şeyden (ve özellikle acı çekmekten) vaz geçmelerini bekleyemezsiniz. Oysa biz böyleyizdir. Raskolnikov, daha tefeciyi öldürmeden acı çekmeye başlamıştır bile. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Michel Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı, Avrupa’da cezalandırmanın tarihini irdeleyen eseri bu konuda oldukça ilginç bir açılım sunuyor okura. Bu kitabı okumaya niyetlenenler için ‘Azap’ adlı bölüm enikonu bir soğukkanlılık gerektiriyor; parçalanan bedenler, koparılan organlar, sökülen bağırsaklar ve niceleri. Bu çarpıcı girişin hemen akabinde görüyoruz ki, bir nokta geliyor ve cezalandırma artık sergilenir olmaktan ve bedeni nesne olarak kabul etmekten çıkarak, ruhu ve ıslahı esas alan bir dönüşüm geçiriyor. Burada Foucault’nun belirtmemiş olduğu bir tespit; ceza aslında toplumsal olandan bireysel olana da indirgeniyor: Toplumun gözleri önünde, <b style="">ibret</b> amaçlı yapılan cezalandırma kendine nesne olarak bedeni seçerken, kapalı kapılar ardında, gözlerden uzak yapılan cezalandırma bireysel <b style="">ıslah</b> amaçlı oluveriyor ve nesnesi, bireyin ruhu oluyor. Dostoyevski, neredeyse bu tarihe bir başlık daha ekliyordu; bireyin kendini cezalandırarak kendi ruhunu onarmasıydı artık söz konusu olan. Cezalandırma devlet eliyle de olsa, tercih bireyin eliyle ‘kendini ıslah’ şeklinde oluyordu ki, daha önce rastlamadığımız türden bir cezalandırmadı</span><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R87YXP6gC4I/AAAAAAAAAJc/882KkO02bq4/s1600-h/daston31n1img2.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer;" src="http://1.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R87YXP6gC4I/AAAAAAAAAJc/882KkO02bq4/s320/daston31n1img2.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5174310915815771010" border="0" /></a><span style="">r bu, hatta daha sonra bile seyrek rastlanmıştır</span><span style="">, buna. Poe, Dostoyevski’den önce yaptığına açıkla</span><span style="">malar ve doğrulamalar getiren suçlular sunmuştu bize (Amantillado Fıçısı), aynı doğrulamayı Cam</span><span style="">ilo José Cela’da da (Pascual Duarte ve ailesi) görüyoruz. Ancak Auster bu noktada Dostoyevs</span><span style="">ki’yi izlemeyi tercih ediyor: Acı çekmek ve kendini ıslah etmek; ancak Raskolnikov'dan far</span><span style="">klı olarak Benjamin Sachs, her an bundan vaz geçebilecekmiş gibi duruyor; Dostoyevski ne</span><span style="">redeyse öngörülebilir karakterlere öngörülemez işler yaptırmıştır, Auster’ın ise karakterler</span><span style="">i kend</span><span style="">i içerisinde öngörülemezdir zaten.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><span style=""> </span>Bu yazının nere</span><span style="">dey</span><span style="">se tümünde bir Dostoyevski-Auster karşılaştırması yapıldı. Ancak şurası da var ki, Auster, estetik mimarisinin belli parçalarını da Kafka’ya borçlu gibidir. Kundera, bir konuşmalarında, Marquez’in kendisine ‘bana <i style="">başka türlü</i> de yazılabileceğini öğreten Kafka’dır’ dediğini iletir. Bu gerçekten doğrudur. Kafka, neredeyse modern (ve tabi post-modern) romanların hemen her köşesine sinmiş gibidir. Sinsi ve normalize edilmiş bir <i style="">invraisemblable</i> artık önümüzdeki her sayfayı kendiliğinden çeviriyor ve biz buna kafkaesk adını veriyoruz. Kafka, edebiyat estetiğinde ne tür bir devrim yaptığının farkında mıydı diye sormadan edemiyor insan.</span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style=""><o:p> </o:p></span></p> <span style=""><span style=""> </span></span><div style="text-align: justify;"><span style="">Son olarak; Auster’ın yapıtları özünde belli bir <i style="">fatalisme</i>’i benimsemiş gibidirler. Rastlantılar kendi içlerinde bir bütün oluştururlar ama bu bütün, Hugo’da olduğu gibi belirli bir amacın gerçekleşmesi için neredeyse Aristocu tarzda <i style="">téléologique </i>olarak değil de, daha çok saçma/anlamsız çerçevesinde gelişir: Orada var olan rastlantının (veya <i style="">Anarkh</i>’ın) amacını değil de sonrasını sorgulamaya başlarsınız: Neden-sonuç ilişkisi gibi değil de öncelik-sonralık ilişkisi olarak algılamak eğilimine yol açar; hiç bir rastlantının vermeye çalıştığı bir mesaj, çözmeye çalıştığı bir sorun (hem yazınsal/estetik hem de kurgusal olarak) yoktur. Rastlantı oradadır, hayatın diğer gerçekleri gibi bir gerçeklik olarak: Aynı şeyi Auster’ın bir diğer kitabı ‘Oracle Night’ta da görürüz. Geceyarısı yanlışlıkla saptığı bir yolda yürürken, hemen burnunun dibine düşüveren bir gargoyl heykeli (öyküyü kafkaesk yapan neredeyse <i style="">surréaliste</i> bir unsurdur bu da) kahramanın yaşamını derinden sorgulamasına ve yepyeni bir sayfa açmasına yol açar. Bir süre sonra kahramanımız, bir yeraltı sığınağında kilitli kalmış, anlamsız bir ölümü beklemektedir. Öykü tamamlanmaz, zaten tamamlanması da gerekmez; kahraman mesajı ya yanlış yorumlamıştır ya da zaten bir mesaj yoktur, sadece rastlantı vardır. </span></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-19673794456563272832008-02-29T14:59:00.019+02:002008-03-02T02:39:32.286+02:00Kubrick: Flat on his Back<div style="text-align: center; font-family: trebuchet ms;">(Please be informed that this present article may contain some spoiler material for those who are unfortunate enough to not have yet seen Stanley Kubrick's "Shining")<br /><br /><div style="text-align: justify;">Purportedly adapted to screen from Stephen King's best-seller book, Shining is as much an achieved thriller as a work-of-art; but since I haven't read the book and since it is said that the film and the book are different from each other except for the outline, I intend to deal only with the film and its script as written by Kubrick himself and which, reportedly, King didn't like much, saying (or meaning) Kubrick couldn't understand him. So I want to remain indifferent to the book at the moment.<br /></div><div style="text-align: justify;"><div style="text-align: justify;"><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8gL1tfm03I/AAAAAAAAAIU/mNXYDZf7lQA/s1600-h/The+Shining.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 211px; height: 211px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8gL1tfm03I/AAAAAAAAAIU/mNXYDZf7lQA/s320/The+Shining.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5172397189408150386" border="0" /></a>First things first; Kubrick is (was) a far more distinct character than an ordinary Hollywood figure. A reclusive, he is said to have retired from Hollywood industry (but not from cinema altogether) very soon and to the UK, as far as I could know, his own country. He is also reported to be somewhat obsessive, eccentric, wherefore pretty snobbish, which is not up to me to discuss here.<br /></div><br />I don't know the guy, but I know a couple of his works to understand that he had a quite clear notion about what he was doing and what he wanted to do. The opening of the film is both aesthetically and philosophically a triumph; a peak that viewer is scared not to be able to feel the same emotion in the remaining part. Flying over some natural wonder, a beautiful scenery a beautiful music, bronzing trees, still lakes... Beauty is aesthetic in itself; but that much beauty leading an eerie and uncanny atmosphere is philosophically paradoxic: so beautiful that one could hardly believe such beauty could lead to such horror. Kubrick, in fact, loves dealing with duality and paradox: Remember Private Joker, "Born to Kill" written on his helmet whilst a "peace button" on his chest; answering the commander: "Duality sir, the Jungian thing!" This duality is also significant in the using of mirrors: A mirror shows what is in front. But in fact a mirror degrades (or reproduces) things. A mirror does not show what the thing in front really <span style="font-style: italic;">is </span>but rather, to quote Sylvia Plath, "A mirror shows what <span style="font-style: italic;">you</span> see". Since we are mostly symmetrical we can't get to understand the deception. It <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8gpFdfm04I/AAAAAAAAAIc/yYzKjhHXFg8/s1600-h/Stanley_Kubrick.jpg"><img style="margin: 0pt 0pt 10px 10px; float: right; cursor: pointer; width: 234px; height: 203px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8gpFdfm04I/AAAAAAAAAIc/yYzKjhHXFg8/s320/Stanley_Kubrick.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5172429345828295554" border="0" /></a>must really affect us in a profound way to grasp it: Either you have a cut on your cheek while shaving; or you wake up and see the reflection on the door: redrum, therefore, murder! Preferably the first. Mirror is the most poetic way to describe the duality and the paradox. A broken mirror very likely represents a wounded self or an inner break-up, nonetheless, in this case an inner integration: the very moment Wendy (Shelley Duvall) sees the reflection on the mirror, she gets determined to save herself and her child. And another duality becomes distinctive in Danny's (Danny Lloyd) imaginary friend Tony, who lives in Danny's mouth: Inspiring clairvoyance, a sense of reality and wisdom to certain degree, briefly an adult inside a child. Especially in the beginning and then again a few times until the end he insistently repeats: "I guess so!" That is quite an answer for an 8-year-old. Inexperienced about life, an infant is barely conscious of this ignorance; he/she is generally stubborn about his/her knowledge and barely able to accept it. "I guess so" nevertheless, is an answer likely to be provided by an older human-being; who has seen so much in his/her lifetime and gotten so much confounded by its consequences that he/she is merely able to retain an arguable certainty. So we could say that Danny is almost a senior citizen, since he has seen a lot, both the past and the future, especially considering the peculiar circumstances he is under.<br /><br />Let's focus for a while over the circumstances: writing a horror story is much related to creating the right ambiance. Agatha Christie in her 'Orient Express' was able to create a horror fiction which is unfolding in a train.<br /><br /><br /></div></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-156947095585406272008-02-25T10:17:00.000+02:002008-02-26T11:53:59.276+02:00<div style="text-align: justify;"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8PQF2mNBQI/AAAAAAAAAGs/sc-axot3Wt8/s1600-h/vesalius.JPG"><img style="margin: 0pt 0pt 10px 10px; float: right; cursor: pointer;" src="http://2.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8PQF2mNBQI/AAAAAAAAAGs/sc-axot3Wt8/s320/vesalius.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5171205596125136130" border="0" /></a>Sabah saat 7.00'de, her zamankinden biraz erken kalktım; amacım duş almaktı. Ancak musluğu açınca bir iki pıt pıt... Sonra sinir bozukluğu. Kolonyalı mendille yüzümü sildim. Kahvaltı yapamadım çünkü bir gün öncesinde kahvaltılık almayı unutmuştum, dolap tamtakırdı. Arka odaya gittim, pencereden dışarı baktım; hava güneşliydi. Gömleğimin üzerine pardösümü çektim. Aşağı indim. Kapıya geldiğimde içimi bir bulantı kapladı. Kapının önünde birikmiş çöpler gece toplanmamıştı; sokağı pislik götürüyordu. Hava soğuk olduğu için koku yoktu, ama hava soğuk olduğu için ben üşüyordum. Üşüdüğümü farkettiğimde çoktan evimin önündeki yokuşun aşağısındaydım. Bir an, pardösümü bırakıp paltomu almak için geri dönmeyi düşündüm, sonra vaz geçecek gibi oldum... Bu karar veriş esnasında vücudumun, zihnimin kararsızlığını yansıtırcasına bir yokuş aşağı bir yokuş yukarı sallandığını farkettiğimde durdum, düşündüm.. Sonunda hem geceleyin havanın gerçekten soğuk olacağına karar verdiğimden hem de artık tüm bedenimi esir almış olan bu üşengeçlikten sıyrıldığımı kendime kanıtlamak için arkamı döndüm, kararlı seri adımlarla yokuşu çıkmaya başlamadan önce yanımdan geçen bezgin adama saati sordum: "Yediyi çeyrek geçiyor."<br /></div><br /><div style="text-align: justify;">...Bu yokuşun başına her geldiğimde mutlaka iki şeyi düşünüyorken bulurum kendimi: İlk olarak bir an önce yazın gelmesini ve bu hantal botlar yerine spor ayakkabılarımı sürümeyi dilerim. İkinci olarak da her gün böyle bir idman yapmanın vücuduma -özellikle kalbime- ne denli yararlı olduğunu. Elbette bunları düşünürken nefes nefese kalmış olurum. Belki de beynime gereken oksijen ulaşmadığından hep aynı şeyleri düşündüğümü düşünürüm ve başka bir şey de düşünemem o an için. Sonra apartmanın kapısına yaklaşırım. Elimi, eskilerin deyimiyle, inisiyaki olarak cebime atarım...<br /></div><br /><div style="text-align: justify;">Elimi cebime attım ve anahtarımın yanımda olmadığını anladım. Yalnızca anahtarım değil, akbilim, cüzdanım, param, banka kartlarım, telefonum, hiçbir şeyim yoktu yanımda. Bu bahar sabahı (!) iki gün önceki kışa nispet yaparcasına bir kat gömlek üstüne incecik, mevsimlik pardösü giymiştim ya, bütün mamelekim paltomun iç, yan, üst ceplerinde bekliyorlardı. Ama işe gitmem, bunun için de vapurla karşıya geçmem gerekiyordu. Oturdum düşündüm. Bu durumda en makul kararın bir çilingir çağırmak olduğuna karar verdim. Ama ilk olarak, çilingire henüz iki hafta önce 50 Lira vermiş olduğumu hatırladım, içim cız etti. Ayrıca evde sadece 20 Lira ve belki biraz bozukluk vardı, bu kadar para adama verilmezdi. Kapı açıldıktan sonra kartları alıp, gidip bankadan para çekip, adama vermek mümkündü belki ama daha baştan nemrut yüzlü adama böyle bir şey söylemek konusunda kararsızdım. Geçen sefer peşin parayı trink eline saydığımda bile "bir anahtara sahip çıkamayan senin gibi ekselans moronlar sayesinde, çok şükür, geçinip gidiyoruz" der gibi bakmış, bir fırça atmadığı kalmıştı. Tek yaptığı kapı ile pervaz arasına röntgen filmi sokmaktı oysa ki. O seçeneği derhal eledim. En yakındaki ikinci çilingirle konuşmaya karar verdim. Belki daha düşük bir fiyat verirdi, belki de daha az asık yüzlü olurdu da parayı sonra, evden kartımı aldıktan ve bankadan çektikten sonra vermeyi teklif ederdim. Başka bir çilingir bulmak için yaklaşık on beş dakika kadar, Uncular'a yürüdüm. Uncular'a vardığımda eğilip, ikinci el cep telefonu satan bir dükkanın saatine baktım: 7:47.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8PgwWmNBRI/AAAAAAAAAG0/EK1EaBw3uFE/s1600-h/vesaliusII.JPG"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer;" src="http://4.bp.blogspot.com/_ASW5HMONXvY/R8PgwWmNBRI/AAAAAAAAAG0/EK1EaBw3uFE/s320/vesaliusII.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5171223918455620882" border="0" /></a>Saat 9:00'da işte olmam gerekiyorsa elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Hemen içeri girdim. Dükkan boş gibi görünüyordu. Kapıdan girince bir tarafta rengarenk ama dümdüz, dişsiz, hiçbir kapıyı -henüz- açamayacak anahtarlar gökkuşağı gibi diziliydi. Zaten tüm dükkanda ilgi gösterilen tek köşe de burasıydı belli ki. Karşı tarafta vitrin diye, dört paslı çivinin habelkader taşıdığı bir sunta raf çürüyor, üzerindeki silikon tabancasının, İngiliz anahtarının, yolda görsem tenezzül edip eğilip almayacağım daha bir sürü ıvır zıvırın üzerini toz ve örümcek ağı kaplıyordu. Bir an için insanın, değil yalnızca ekmek teknesine, ama her gününün Allah bilir kaç saatini geçirdiği bir mekana daha özenli bakması gerekmez miydi diye düşündüm. Bu düşünceler yazıldıklarından daha hızlı geçip gittiler elbette, ben bu arada varlığımı dükkanın hangi deliğinden çıkabilecek çilingire hissettirmek için önce öksürdüm, sonra da "Selamın aleyküm" dedim. Vaz geçip arkamı dönecektim ki, rengarenk tezgahın önünden en fazla 10 yaşında küçük bir çocuk çıktı: "Buyur abi" dedi. "Patron yok mu?" dedim. "Yok" diye cevap verdi, "ama beş dakikaya gelir, otursana abi, hemen bir çay söyleyeyim sana". Çocuğun göz açıp kapayıncaya kadar bir gazete sayfası serdiği iskemleye oturdum, duvardaki saate baktım 8:09.<br /></div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-49527785374922822632008-02-06T13:36:00.000+02:002008-02-25T10:15:52.600+02:00<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://pst.chez-alice.fr/svtiufm/images/langue.gif"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 419px; height: 279px;" src="http://pst.chez-alice.fr/svtiufm/images/langue.gif" alt="" border="0" /></a><br /><p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;">Kaç Lisan Kaç İnsan?<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Dünya üzerinde kaç dilin konuşulduğunu biliyor muydun? Aslında böylesi bir soruya kesin bir yanıt verebilmek mümkün görünmüyor: Yalnızca dünyada halen ayrıntılı şekilde keşfedilmemiş ve incelenmemiş diller olduğundan dolayı değil, aynı zamanda iki dili birbirinden farklı kılan olguyu belirlemekte kullanılacak kriterler açısından da bu çok zor. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;">Dil İşleri; Devlet İşleri…<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Birkaç örnek; Çin’de konuşulan Mandarin, Şangayca veya Kantonca gibi diller aynı alfabeyle yazılıyorlar, ancak bu dilleri konuşan insanlar birbirlerini anlayamıyorlar. Buna karşın İsveçliler, Norveçliler ve Danimarkalılar, üç farklı dili konuşuyorlar ve birbirlerini ağzında sıcak haşlanmış patates varmışçasına konuşmakla suçlasalar da gayet rahat anlaşabiliyorlar. Ancak yukarıdakilerden Çin’de konuşulanları lehçe (diyalekt), Avrupa’da konuşulanları dil olarak tanımlama eğilimi söz konusu. Üstelik bu durum yalnızca o mütekebbir Avrupa benmerkezciliğinin bir sonucu da değil; Hindistan ve Pakistan aynı dili farklı alfabelerle yazıyor ve farklı isimlendiriyorlar, Sırplar ve Hırvatlar da öyle. Bulgarlar Makedonların konuştukları dili anlayabildiklerini öne sürüyorlar; Makedonlar ise konuştukları dilin Bulgarca ile ilgisi olmadığını. Velhasılı kelâm bazıları “dili açıkça siyasete alet ediyor” diyebiliriz sanırım.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;">Dönelim Konumuza!<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Muhabbet sıkıntısı çekiyorsanız, arkadaşlarınıza dünya üzerinde kaç dil konuşulduğunu sorarak eğlenceli bir tartışma başlatabilirsiniz. Çevrenizdekilerin çoğunluğu büyük olasılıkla gerçek sayıya yaklaşamayacak bile; yakın zamanda yapılan bir araştırma dünya üzerinde 7000’e yakın dil konuşulduğunu ortaya koyuyor (daha etkileyici bir sonuç için; tam 6809 dil). Bu araştırmanın gerçekçiliği, yukarıda açıkladığımız nedenlerle, biraz kuşku götürüyor olabilir ancak aynı araştırmanın ortaya koyduğu çok ilginç başka veriler de var: Örneğin tüm Avrupa kıtasında 239 farklı dil konuşuluyorken, dört milyon kişinin yaşadığı Papua Yeni Gine’de 832 dil konuşuluyor: İnanılmaz bir kültürel çeşitlilik değil mi? Ancak ne yazık ki, önümüzdeki asır içinde dünya üzerinde konuşulan 6809 dilin neredeyse yarısının yok olması bekleniyor. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;">Babil’i Yeniden İnşa Etmek</span></b><span style="font-size:11;"> <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">İsrailiyat’tan oldukça iyi bilinen bir öyküdür; kibirli Kral, Tanrı’ya meydan okumak için bir kule yapılmasını emreder, çalışmalar derhal başlar, ancak Tanrı işin yapımı esnasında insanların üzerine öyle bir lanet gönderir ki çalışanlar farklı diller konuşmaya başlarlar; birbirlerini anlayamadıkları için de inşaat, teşvikten yararlanmış sanayi tesisi gibi güdük kalır. Rivayet odur ki, o günden beri bu lanet insanların üzerindedir ve kaldırılmasının yolu da herkesin kolaylıkla öğrenip konuşacağı ve anlayacağı bir ortak dil yaratmaktan geçer. Bu, aynı zamanda Babil öncesi tek dilin, Hz. Adem’e öğretilen saf dilin de yeniden keşfi hikayesidir…<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b style=""><span style="font-size:11;">Kaş Yaparken Göz Çıkarmak<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><i><span style="font-size:11;">Das stud nemödik a del binos gudikum, ka stud mödik süpo.<o:p></o:p></span></i></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Bir üst satırda okuduğun cümle de böyle bir arayışın sonucunda oluşturulmuş bir dilde, Volapük dilinde bir cümledir. Volapük dili 1879-1880 yıllarında Johann Martin Schleyer adında bir Alman Katolik Papaz tarafından masa başında oluşturulmuş yapay bir dil ve herkesin birbirini anlayabilmesini sağlamak gibi asil bir amaca hizmet etmesi gerekiyor; ancak öyle olmuyor; yabancı dil bilenlerimiz de dâhil yukarıdaki cümleyi hakkıyla anlayan var mı?<o:p><br /></o:p></span><b style=""><span style="font-size:11;">Nanik Yaparken Dil Çıkarmak<o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Artık bir sürü yapay dil var. Aslında masa başında yapılan dilleri, kamusal ve özel teşebbüs olarak ikiye ayırabiliriz. Bugün konuştuğumuz Türkçe ve İsrail’de İbranice devlet tarafından yapılmış olanlara örnek olabilecekken, Volapük, Esperanto, Interlingua gibi yapay diller özel teşebbüs ürünü olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bugün bir sürü yapay dilimiz var artık; üstelik her biri tek dil olma amacıyla oluşturulmuş. Ama hakkını yemeyelim, özellikle öğrencilerin çok bildikleri Vikipedi sitesinde Volapük dilindeki makale sayısı Türkçedeki makale sayısından fazla ve Esperanto 100 bine yakın başlıkla Türkçenin hemen altında on dokuzuncu sırada. Kimsenin konuşmadığı bu dilleri oturup öğrenecek kadar gayretkeş adamların bu kadar çalışması da doğaldır elbet.<o:p><br /></o:p></span><br /><b style=""><span style="font-size:11;">Son Söz</span></b><span style="font-size:11;"><span style=""> </span><o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;">Bu yazıdan çıkarılacak ders: Tez zamanda ya Latinceden ya da Konfüçyüsceden bir iki özlü söz öğrenmek konuştuğun ortamda bir iki şey bildiğin yanılgısını uyandırmakta yararlı olacaktır. Misal <i style="">Lingua Latina difficilis est</i>: Mealen: Latin dili zordur. Misal Konfüçyüs ne demiş: “Benim sözlerimden medet ummayın, kendi cümlenizi kurun!” ve hala bu yazıyı okumayı sürdürecek kadar sabırlıysan, yukarıdaki Volapükçe cümlenin mealini hak ettin: “Çalışmanın makbul olanı az ama sürekli olanıdır!”<span style=""> </span><o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><span style=""> </span><o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-size:11;"><o:p> </o:p></span></p>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8353526356723478099.post-53227597788519135002007-01-05T11:35:00.000+02:002008-01-23T17:37:45.907+02:00Daha "asil" bir infaz.GWB, Saddam Huseyin'in idamı üzerine aşağıdaki açıklamayı yapmış:<br /><br />"<span style="font-style: italic;">I would have preferred that the execution of Saddam Hussein had been conducted in a more <span style="color: rgb(255, 0, 0);">dignified</span> manner, but the deposed dictator met the <span style="color: rgb(255, 0, 0);">fate he deserved</span>.</span>"<br /><br />"<span style="font-style: italic;">Bush said Hussein's hanging closed 'a horrific chapter' in Iraq's history..."</span><br />(LA Times - January 05, '07)<br /><br />Saddam'ın idamının daha asilane gerçekleştirilmiş olmasını tercih edeceğini söyleyen GWB bu kadarla da kalmamış, müşarünileyhin hak ettiği akıbeti de bulduğunu buyurmuş. Ayrıca<br />Saddam Hüseyin'in idamının, Irak tarihinde korkunç bir dönemin sona erdiğini ifade etmiş. Yepyeni bir tanesinin başlamış olduğunu belirtmesi beklenemezdi, sonuçta. Aslında herşey satır aralarında gizli:<br /><br />1) Daha asilâne bir idam herhalde ancak şöyle olabilirdi: Saddam'ı ABD'nin emriyle idam eden Şii iktidarının cellatları, "Çok yaşa Mukteda el Sadr!" veya buna benzer sloganlarla, ABD'ye karşı çatışma içerisindeki bir lideri desteklemeselerdi eğer. (Bu da Şii yönetiminin yüzleşmek zorunda olduğu bir ikilem: ABD mi, İran mı? Hatırlayalım, Saddam'ın son sözleri ilginç biçimde ABD'yi değil de İran'ı hedef alıyordu.)<br />2) Aynı cellatlar içerisinde bir grubun (veya olasılıkla bir kişinin) cep telefonuyla kaydetmiş olduğu şiddet pornografisi zaten aynı gün Youtube'de yayınlanmaya başlamıştı. Görüntüleri izlemedim; izlemeyi de düşünmüyorum. Ancak sanırım bu bunun, ne derece ciddiyetten uzak bir adalet anlayışının yansıması olduğu yeterince açık. Dolayısıyla, eğer bu güdümlü infaz daha ciddiyetle gerçekleştirilebilseydi eğer. (Yine de ABD'nin veya GWB'nin gerçekten bu infazın tüm dünyada detaylarıyla görüntülenmesinden hazzetmediği konusunda tam olarak emin değilim. Tüm bu pornografinin yönetmeni GWB yönetimi ve kamera arkasının gösterilmesi ile, yönetmenin sanatsal algısı hakkında da bir fikir sahibi oluyoruz!)<br />3) Kürtler Irak hükümetinden Saddam Hüseyin'in, gerçekleştirmiş olduğu korkunç Halepçe katliamından dolayı da yargılanması gerektiğini talep etmişlerdi. Bu talep fiilen reddedildi. Ne de olsa sonuç değiştirilmeyecekti. Oliver Cromwell gibi, ölüsü de idam cezasına çarptırılamazdı ya! Ancak yine de bu uygulamada içkin olan şey, Şiiler'in iktidarı paylaşmak konusunda son derece isteksiz oldukları gerçeği. Sünni Araplar ve Türkmenler zaten bu hükümetten ümitlerini kesmişlerdi. Şimdi Kürtler'e de bu yönetimde çok da önemli bir yerleri olmadığı söylenmiş oldu.)<br />4) Saddam'ın müstehak olduğu akıbete kavuşması ise bir şekilde açıklanabilir: Süreç içerisinde önce ne tür bir akıbete müstehak olduğuna karar verilir. Sonra da bu akıbetin tecellisi gerçekleştirilir. Kaçınılmaz olan "kader", yerine getirilir. Kendisine "kader"i yerine getirme rolünü biçmiş olan bir yönetimden bahsediyoruz, dolayısıyla.<br />5) Saddam Hüseyin'in "müstehak olduğu akıbete kavuşması" için, bir yargıcın davadan çekilmesi, üç savunma avukatının ve bir tanığın cinayete kurban gitmesi gerekmişti. İşte adalet böyle tecelli etti.<br />6) Dünya üzerinde nerede olursa olsun, demokratikleşme veya yarı-demokratikleşme sürecine giren devletlerin, eski diktatörlerini idam etmekten kaçındıklarını, bunu neredeyse demokratikleşmenin ilk şartı olarak değerlendirdiklerini görüyoruz. Bu elbette, onları affettikleri anlamına gelmez. İdam etmek, açıkça ve herkesin bildiği gibi, bir şehit yaratmak, onu bir efsaneye dönüştürmektir. Hepimiz Saddam'ın ölümüne yaklaşımındaki soğuk kanlılığı (nered(<br /><br />Hegel, tarihi kazananların yazacağını, daha doğrusu tarihi yapanlarla yazanların farklı kişiler olamayacağını kendine özgü karmaşık diliyle yazmıştı, zaten. Bana kalırsa, burada tarih yazımının post-modern zamanlarda edinmiş olduğu başka bir rol var: Bu infaz filmi bir tarih yazımı olarak, Suriye, İran (hiç sanmıyorum) ve benzeri yönetimlere addam'ın yerine kendilerini koyarak, ABD ile ilişkilerini gözden geçirmeleri gerektiğini söylüyor: Artık buna psikolojik savaş deniyor.Unknownnoreply@blogger.com0