Bacalar.
Sabah saat 7.00'de, her zamankinden biraz erken kalktım; amacım duş almaktı. Ancak musluğu açınca bir iki pıt pıt... Sonra sinir bozukluğu. Kolonyalı mendille yüzümü sildim. Kahvaltı yapamadım çünkü bir gün öncesinde kahvaltılık almayı unutmuştum, dolap tamtakırdı. Arka odaya gittim, pencereden dışarı baktım; hava güneşliydi. Gömleğimin üzerine pardösümü çektim. Aşağı indim. Kapıya geldiğimde içimi bir bulantı kapladı. Kapının önünde birikmiş çöpler gece toplanmamıştı; sokağı pislik götürüyordu. Hava soğuk olduğu için koku yoktu, ama hava soğuk olduğu için ben üşüyordum. Üşüdüğümü farkettiğimde çoktan evimin önündeki yokuşun aşağısındaydım. Bir an, pardösümü bırakıp paltomu almak için geri dönmeyi düşündüm, sonra vaz geçecek gibi oldum... Bu karar veriş esnasında vücudumun, zihnimin kararsızlığını yansıtırcasına bir yokuş aşağı bir yokuş yukarı sallandığını farkettiğimde durdum, düşündüm.. Sonunda hem geceleyin havanın gerçekten soğuk olacağına karar verdiğimden hem de artık tüm bedenimi esir almış olan bu üşengeçlikten sıyrıldığımı kendime kanıtlamak için arkamı döndüm, kararlı seri adımlarla yokuşu çıkmaya başlamadan önce yanımdan geçen bezgin adama saati sordum: "Yediyi çeyrek geçiyor."

...Bu yokuşun başına her geldiğimde mutlaka iki şeyi düşünüyorken bulurum kendimi: İlk olarak bir an önce yazın gelmesini ve bu hantal botlar yerine spor ayakkabılarımı sürümeyi dilerim. İkinci olarak da her gün böyle bir idman yapmanın vücuduma -özellikle kalbime- ne denli yararlı olduğunu. Elbette bunları düşünürken nefes nefese kalmış olurum. Belki de beynime gereken oksijen ulaşmadığından hep aynı şeyleri düşündüğümü düşünürüm ve başka bir şey de düşünemem o an için. Sonra apartmanın kapısına yaklaşırım. Elimi, eskilerin deyimiyle, inisiyaki olarak cebime atarım...

Elimi cebime attım ve anahtarımın yanımda olmadığını anladım. Yalnızca anahtarım değil, akbilim, cüzdanım, param, banka kartlarım, telefonum, hiçbir şeyim yoktu yanımda. Bu bahar sabahı (!) iki gün önceki kışa nispet yaparcasına bir kat gömlek üstüne incecik, mevsimlik pardösü giymiştim ya, bütün mamelekim paltomun iç, yan, üst ceplerinde bekliyorlardı. Ama işe gitmem, bunun için de vapurla karşıya geçmem gerekiyordu. Oturdum düşündüm. Bu durumda en makul kararın bir çilingir çağırmak olduğuna karar verdim. Ama ilk olarak, çilingire henüz iki hafta önce 50 Lira vermiş olduğumu hatırladım, içim cız etti. Ayrıca evde sadece 20 Lira ve belki biraz bozukluk vardı, bu kadar para adama verilmezdi. Kapı açıldıktan sonra kartları alıp, gidip bankadan para çekip, adama vermek mümkündü belki ama daha baştan nemrut yüzlü adama böyle bir şey söylemek konusunda kararsızdım. Geçen sefer peşin parayı trink eline saydığımda bile "bir anahtara sahip çıkamayan senin gibi ekselans moronlar sayesinde, çok şükür, geçinip gidiyoruz" der gibi bakmış, bir fırça atmadığı kalmıştı. Tek yaptığı kapı ile pervaz arasına röntgen filmi sokmaktı oysa ki. O seçeneği derhal eledim. En yakındaki ikinci çilingirle konuşmaya karar verdim. Belki daha düşük bir fiyat verirdi, belki de daha az asık yüzlü olurdu da parayı sonra, evden kartımı aldıktan ve bankadan çektikten sonra vermeyi teklif ederdim. Başka bir çilingir bulmak için yaklaşık on beş dakika kadar, Uncular'a yürüdüm. Uncular'a vardığımda eğilip, ikinci el cep telefonu satan bir dükkanın saatine baktım: 7:47.

Saat 9:00'da işte olmam gerekiyorsa elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Hemen içeri girdim. Dükkan boş gibi görünüyordu. Kapıdan girince bir tarafta rengarenk ama dümdüz, dişsiz, hiçbir kapıyı -henüz- açamayacak anahtarlar gökkuşağı gibi diziliydi. Zaten tüm dükkanda ilgi gösterilen tek köşe de burasıydı belli ki. Karşı tarafta vitrin diye, dört paslı çivinin habelkader taşıdığı bir sunta raf çürüyor, üzerindeki silikon tabancasının, İngiliz anahtarının, yolda görsem tenezzül edip eğilip almayacağım daha bir sürü ıvır zıvırın üzerini toz ve örümcek ağı kaplıyordu. Bir an için insanın, değil yalnızca ekmek teknesine, ama her gününün Allah bilir kaç saatini geçirdiği bir mekana daha özenli bakması gerekmez miydi diye düşündüm. Bu düşünceler yazıldıklarından daha hızlı geçip gittiler elbette, ben bu arada varlığımı dükkanın hangi deliğinden çıkabilecek çilingire hissettirmek için önce öksürdüm, sonra da "Selamın aleyküm" dedim. Vaz geçip arkamı dönecektim ki, rengarenk tezgahın önünden en fazla 10 yaşında küçük bir çocuk çıktı: "Buyur abi" dedi. "Patron yok mu?" dedim. "Yok" diye cevap verdi, "ama beş dakikaya gelir, otursana abi, hemen bir çay söyleyeyim sana". Çocuğun göz açıp kapayıncaya kadar bir gazete sayfası serdiği iskemleye oturdum, duvardaki saate baktım 8:09.

Hiç yorum yok: