Bacalar.

Gizli El veya Kudret Paradoksu
Reşat Nuri Güntekin

Başlıca Karakterler:
Şeref (hukuk mezunu, Gemlik'te alelade bir memur)
Seniha (sonradan Şeref'in mutlu bir tesadüf sonucu evleneceği, özel ders verdiği genç kız)
Adnan (Seniha'nın kardeşi, Şeref'in ders verdiği Galatasaray öğrencisi)
Doktor (Şeref'in Gemlik'teki arkadaşı; yaşça kendisinden çok büyük; onu Aziz Paşa'yla tanıştırıyor)
Aziz Paşa (Seniha ve Adnan'ın babaları, eski bir bürokrat, kumara ve hovardalığa düşkün)
Murat Bey (Aziz Paşa'nın arkadaşı, harp sırasında bir para-organisation yönetiyor, biraz karanlık)
Hüseyin (Aziz Paşa'nın şoförü)

Yakın zamanda, Elizabeth ve Victoria dönemleriyle ilgili birkaç film izlemiş olduğumu fark ettim: Shakespeare in Love ve elbette Elizabeth, Barry Lyndon, Becoming Jane vs. Bu filmlerin hemen hepsinde İngiltere'nin yakın ve uzak geçmişine dair ne de çok şeyi (farkında olarak veya olmadan) öğrendiğimi fark edince de şaşırdım. Elizabeth döneminde insanların dişlerini bizim misvakımıza benzer bir şeyle temizlediklerini örneğin. Gerek gündelik hayata, gerek şehirli veya kırsal nüfusun yaşam tarzlarıyla ilgili bunca bilginin nereden geldiğini bu konuyla ilgili uzmanların da bir çırpıda sayıp döküverdiklerini de şurada burada görüyoruz: Yazılı edebiyat, veya daha doğrusu yazı yazma geleneği. Özellikle bir zamanlar yazı yazmanın bir lüks olduğunu, Marx'ın da damadı olan Lafargue'ın deyimiyle 'aylaklık hakkı' veya daha önce kullanılıp kullanılmadığını bilmediğim artık zaman gerektiren bir uğraş olduğunu teslim etmek gerek. History of English Literature kitabında mesela Anthony Burgess'ın bir başlık da ayırmış olduğu (ve daha sonra bir ara değinmeyi planladığım) Jane Austen hakkında söylediği ilginç bir şey var mesela:

In (Jane Austen's) novels she attempts no more than to show a small corner of English society as it was in her day -the sedate little world of the moderately well-to-do country families.
(Jane Austen'ın romanları İngiliz toplumunun bir köşesini -nispeten iyi durumdaki taşralı ailelerin dingin ve küçük dünyasını- kendi zamanında oldukları şekliyle göstermekten fazlasına girişmez.)

İngiliz toplumunun sınıflardan oluştuğunu ve zengin+soylu evlilikleri formülüyle üst sınıfların en belirleyici toplumsal gruplar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir yana, bu formülde eşitliğin diğer yanında finansal özgürlük ve dolayısıyla boş zaman, bunun sonucu olarak da yazı yazmak bulunuyor. Farklı şekillerde de olsa bu durum, Fransız toplumunda da geçerlidir (Balzac'ın 'de' önekini almak için çırpındığını unutmayalım). Yazı yazmanın bir süre sonra bir diğer boş zaman mesleği ile birlikte, daha sonra da akademisyenlik ve öğretmenlikle omuz omuza yürüdüğünü, daha sonra zarif bir dirsek temasından ibaret kaldığını, sonunda da bir meslek olarak kendi bağımsızlığını (veya yayın evine bağımlılığını) ilan ettiğini öne sürmek herhalde yanlış olmaz.



Konudan daha fazla uzaklaşmadan şu kadarını söylemeli belki de; bizim eksikliğimizin yazı yazma geleneğinden ziyade okuma geleneğinden yoksunluk olması bana bir nebze daha yakın geliyor. Dünü hatırlamak için en azından dün yazılanları, Reşat Nuri'yi, Ahmet Hamdi'yi, Refik Halit'i, Reşat Ekrem'i ve Abdülhak Şinasi'yi okumak da şöyle böyle yeterli değil midir?

Reşat Nuri'nin 'Gizli El' romanını okumaya başladığımda, birtakım şeylerin nasıl da değiştiğini (bazılarının nasıl olup da hep aynı kaldığını), bu toplumun eskiden nasıl yaşadığı konusunda ne denli cahil olduğumu, her yeni Türk edebiyatı klâsiği okuduğumda olduğu gibi, bir kez daha anladım. Elbette elimizde bu eserleri görselleştirecek Hollywood-vâri bir aygıtımız veya kelimenin her anlamıyla bir boyacı küpümüz yok; olanının ise bu şaheserleri suyunu çıkarıncaya, usaresini kurutuncaya ve anlamını sömürünceye kadar “çağdaş”laştırıp ekşittiğinde kuşku yok. Son dönemde alıp yürüyen ve elbette neticede 'akamete uğramaya mahkum' dizi furyası bunun bir örneği. Kimse de “Ne güzel Reşat Nuri'nin eserleri ele alınıyor, yok efendim toplumumuz klâsiklerimizle buluşuyor” diye maval okumasın; illa okuyacaksa Reşat Nuri okusun ne olur!

Bendeki 'Gizli El' 4. basılış ve tarihi de 1969. Yolum bir sahafa düştüğünde (genelde düştüğü yer Üsküdar'daki Kırkambar oluyor) genellikle Türk klâsiklerinin eski baskılarını satın almaya gayret ediyorum. Böylelikle bir taşla birden fazla kuş vurma amacındayım elbet: İlk olarak, kitabın anlattığı eskilikle özdeşleşmek istiyorum; daha önce dokunulmuş, muhafaza edilmiş, okunmuş ve hatta benim gibi koklanmış bir hayaletler Pandora'sı olsun istiyorum, bir müzelik. İkinci olarak, özellikle bir yayıncının, kafasına (veya bu iş için hangi organını kullanıyorsa ona) göre sadeleştirme gayretiyle serçeye çevirdiği bir kitap okumayı hiç mi hiç istemiyorum. Üçüncü olarak, sonrakilerden farklı olarak genellikle ilk baskılarda bulunan önsözleri ve ithafları görmek arzusuyla.

'Gizli El'in bendeki baskısında ilk sayfalarda Reşat Nuri Güntekin'in 'İlk Romanımın Romanı' başlığıyla yazmış olduğu ve bir nevi önsöz de denebilecek bir yazı bu romanın, daha bir işgüzar yayıncının eline düşmeden, dönemin politikacıları sayesinde (gölgesinde) nasıl da bir aşk romanına dönüştüğünü anlatıyor. Ancak yine de Reşat Nuri mesajını vermeyi bence başarıyor: Harp zenginlerinin nasıl oluştuklarını, neler yaşadıklarını, cephede oluk oluk kan siperleri götürürken kendileri Olgaların yanında ve Olgalarla birlikte nasıl da ansızın vatan aşkıyla ağlayıp sızlamaya başladıkları pathétique bir mizansen içerisinde anlatılıyor (s. 136). Bu sahneyi okurken istemeden de olsa askerliğini falanca Astsubay gazinosunda alelade bir şantör olarak yapmış falanca sanatçı müsveddesinin falanca bar köşesinde kulakları sağır eden gürültünün üstüne çıkmaya çalışan pes sesiyle falanca televizyona şu açıklamayı yaptığı traji-komik sahneyi hatırlamadan edemiyorum: “Mevzu-u bahis vatansa gerisi teferruattır” diyordu bu teferruata boğulmuş müptezel. Üstad Cemil Meriç boşuna sarf etmemiş şu cümleyi: “Slogan: İlkellerin ideolojisi!” diye. Yine de bu ikisi arasında önemli bir fark var: Birincisinde hüngür hüngür gözyaşı dökenler yine de vicdanlarının veya belki daha doğrusu o ortamda birdenbire kristalleşen bir müşterek vicdanın etkisiyle ağlarlarken, ikincisi bir kameranın ışıklarından kamaşan ve alkolden kızarmış gözlerini kırpıştırmakla yetiniyor; birinci sahnede ağır basan zaaf altında ezilmiş vicdan, ikincisinde vicdanın yerini televizyon almış zaaf ise kendinde bir kudret hezeyanına, bir kahramanlık vehmine tahvil olunmuş. 

Burada hemen Reşat Nuri'nin ustalıkla iki ucundan çekiştirip şekil verdiği  'kudret paradoksu'na değinmeden geçmeyelim: 

"...Fakat ürken, çekinen insanlar arasında ürkmeden, çekinmeden emir vermek zevki, sarhoşluğu! Onların size bakışlarındaki hayranlık, korku... Başkalarını bilmem, herkesi bilmem. Fakat ben buna karşı koyacak kadar kuvvetli adam değilim..." (s. 135)

Bu cümlede neredeyse bir felsefe yatar: Kudret sahibi olmaya karşı koyamamak zaafı; dolayısıyla kudret beraberinde zaaf taşır. Lord of the Rings'in tüm hikayesinin üzerine kurulduğu temel olgu, yüzük taşıyıcısının altında ezilip büzüldüğü yük işte budur: Kudretin paradoksu.

Başa dönelim. Doğrusu kitabın daha adını ilk duyduğumda ve daha sonra önsözü de okuduğumda bu bahsi geçen 'gizli el' acaba Adam Smith'in 'invisible hand' kavramına bir atıf olabilir mi diye düşünmüştüm. Bir günlük havasında yazılmış olan ancak zaman zaman formatını yazarın bile unutarak kendi dilinin akışkan anaforuna kendini kaptırdığını düşündüğüm sayfalar arasında ilerlerken birkaç yerde 'gizli el' kavramına denk geliyoruz (örn. ss. 116, 133, 148 vs.) ancak her seferinde bu görünmez el bir 'peri sarayının kapıları' ile birlikte görselleştiriliyor; belki burada bu gizli el, yeterince gayretkeş bir kariyer düşkününün iltimasla, rüşvetle, her türlü illégal ve illégitime işle 


Hiç yorum yok: